19 MAYIS:
MUSTAFA KEMAL’İ ATATÜRK KATINA YÜCELTEN UYGARLIK YOLCULUÐU
Prof. Dr. Özer Ozankaya
********************
90 yıl önce bugün, ilerde Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanacak olan 19 Mayıs 1919′da, insanlık tarihinin kaydettiği en büyük kahramanlık yolculuğuna çıkan Mustafa Kemal, “Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar!” diyordu.Bu yolculuk için 15 Mayıs 1919 günü, Bandırma Vapuru ile İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılmak üzere düşman zırhlı gemilerinin arasından geçerken, arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar, yalnız demire, çeliğe, silah gücüne dayanırlar. Bildikleri şey, yalnız madde. Bunlar, özgürlük uğruna ölmeğe karar verenlerin gücünü anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ülkü ve inanç götürüyoruz.”
Önderi olduğu Türk Kurutuluş Savaşının ve bütünüyle Türk Devriminin, yalnız Türk ulusu için değil, yalnız sömürlen mazlum uluslar için de değil, bütün insanlık için gerçek bir yeni güneş değerinde olduğunu biliyordu. Yakında dünya da tanık olacaktı.
Verilen savaş tam anlamıyla bir uygarlık savaşıdır; bütün insanlığın, bugün hâlâ özlemini çektiği bir uygarlık projesini ortaya koyup gerçekleştirme savaşıdır. Demokrasi’nin hem siyasal, hem de ekonomik gereklerini birlikte yerine getirebilecek, bütün insanlığa özgürlük, barış ve gönenç getirebilecek bir uygarlık güneşi!
Türk Devrimiyle yaklaşık aynı tarihlerde gerçekleşen başka devrimler ve siyasal akımlar arkalarında yalnızca düş kırıklıkları, yıkımlar, ezinçler ve karanlıkları bıraktılar.
İnsanlığın gönlünde Mustafa Kemal Atatürk’e duyulan sevgi ve saygı ise gün geçtikçe artıyor. O’nu, tarihin kaydettiği en büyük birkaç ulu insandan biri yapan şey, önderlik ettiği ve adına Türk Devrimi dediği uygarlık projesidir.
Bu uygarlık projesinin iç ve dış sömürgeciliğin pençesinden kurtulmak için sarıldığı bayrak, “özgürlük ve bağımsızlık” bayrağıdır. Mustafa Kemal buna “tam bağımsızlık„ diyecek ve demokrasi kuramına en temel katkısını yapacaktır:
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Bence bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın varlığı ve sürekliliği, kesinlikle o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben bir kişi olarak bu niteliklere çok önem veririm ve bu niteliklerin kendimde bulunduğunu ileri sürebilmem için üyesi olduğum ulusun da özgür ve bağımsız olduğunu görmem gerekir.”
“Tam bağımsızlık bizim bugün üstlendiğimiz görevin asıl ruhudur. Tam bağımsızlık, siyasal, mali, ekonomik, yargısal, askeri ve bunlar gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun olmak, ulus ve ülkenin gerçek anlamında bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir. Ne denli varlıklı ve gönenmiş olursa olsun, bağımsızlığından yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşak olmaktan daha yüksek bir işleme lâyık olamaz. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Mustafa Kemal, Samsun’a doğru yol alıyorken, giriştiği savaşın yalnızca askeri bir hareketle sınırlı olmadığını, ulusal ve uluslararası çapta siyasal, felsefi, ahlaki temeller üzerine yepyeni bir yapı yükseltme girişimi olduğunu biliyordu.
Bu yapının üzerinde yükseldiği köşe taşları şunlardı:
Bireysel onur ve gönenç ile ulusal onur ve gönenç ayrılmaz bir bütünlük oluşturur;
Her ikisi de özgür ve bağımsız, yani ulusal egemenliğe dayalı bir ulusal-toplumsal düzeni zorunlu kılar;
Bunun için yerellikleri aşan demokratik bir ulusal kimlik ekseninde ulusal birlik bilincine sahip olunmalıdır; Bunlar için de bilimsel düşünüş yaşama kılavuz yapılmalıdır. Mustafa Kemal’i Atatürk yapan, işte bu temel düşüncedir! Bu düşüncenin gereklerine dürüstlükle bağlı kalması ve onu tutarlılıkla uygulamasıdır, Mustafa Kemal Atatürk’ü bir uygarlık projesi sahibi kılan!
Bu düşünceyi Cumhuriyetimize iki ilke biçiminde temel yapmıştır: a) Egemenlik kısıtsız ve koşulsuz ulusundur! b) Yaşamda en gerçek yol-gösterici, bilimdir!
Türk Devrimi, bütün insanlığa seslenen bir uygarlık projesi olma gücünü bu iki ilkeden almıştır.
Mustafa Kemal, bu görkemli uygarlık tasarımının hem düşünürü, hem örgütleyicisi hem de uygulayıcısıydı.
Günümüzün küresel sömürgecilik ortamında cür’eti artan ve Türkiye’ye de din-baskıcılığına dayalı çağ-dışı bir yönetimi getirmek isteyen iç ve dış gerici, sömürgeci saldırılarını dünyaya örnek olacak biçimde bozguna uğratan ve gerçek kurtuluşun güvencesi laik, demokratik cumhuriyete sahip çıkan çağdaş Türkiye, bu uygarlık projesinin ürünüdür.
“Türkiye’nin bugünkü savaşı yalnız kendi adına ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye’nin savunduğu, bütün ezilen ulusların, bütün Doğu’nun dâvâsıdır.
Bütün ezilen uluslar ezenleri birgün yok edecektir. O zaman dünya yüzünden ezen ve ezilen sözcükleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma erişecektir.
Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu uluslarının uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş ulus vardır. .. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine, uluslar arasında hiçbir renk, din ve soy ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.”
“Yüzyıllardanberi zavallı insanlığı mutlu etmek için tutulan yolların, kullanılan araçların sonuçları ne ölçüde güven verici oldu, incelenmeğe değmez mi?
Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı arındırmaya ve duygularımızı yüceltmeğe yardım edecek ölçüde yükselmiştir.
Durumları ve onların gereklerini uygar insan düşüncesiyle ve yüksek vicdan aydınlığı ile gözlemleyip düşünürsek, şu sonuçlara varırız:
İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlık dışı ve son derece üzüntü verici bir yoldur. İnsanları mutlu edecek tek araç, onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi gereksinimlerini gidermeye yarayan davranış ve güçtür. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalıp başarılı olmasına bağlıdır.”
Osmanlı Devleti’nin yıkılıp topraklarının sömürgeci paylaşımına uğradığı karanlık ortamda
Türk halkının kendisini bir ulus olarak tanımlama yetisini elde etmesi, yurdunu bilinçle tanıması ve benimsemesi, halife-sultanların boyunduruğundaki uyruklar yığını olmaktan çıkıp yönetimini kendi eline almış çağdaş yurttaşlar toplumuna dönüşmesi, hep Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşti.
İngiltere, Fransa gibi sömürgeci Batı Avrupa devletleri de “Hasta Adam” dedikleri Osmanlı’nın artık yaşamına son vermek ve mirasını paylaşmak zamanı geldiği görüşüne varmışlardı. Bu paylaşmaya bir de Almanya’nın katılacağı anlaşılmaktaydı.
Ve o dönemde bu sömürgeci Batı’nın Türklere bakışı temelde şöyleydi:
“Anadolu yoksul, madenler bakımından ise zengin bir bölge.”
ASIA Dergisi, Ocak 1920
“Türkler kaderci insanlardır. Barış Konferansının bütün kararlarına boyun eğecek ve Mezopotamya, Arabistan, Filistin ve Suriye gibi kolunun kanadının koparılmasına ses çıkarmayacaktır.”
THE NEW YORK TIMES, 29 Ocak 1920
“Tanrı Türkleri biz Avrupalılarca sömürülmek üzere yaratmıştır. Türklerin dürüstlüğü bir erdem değildir, saflık gibi bir şeydir.”
ASIA Dergisi, Şubat 1923
“Hicaz Şerifi ve Araplar İngilizlerin oyuncağı. Yunanlılar Kemalistleri yenince, bütün islam dünyası İngilterenin denetiminde olacak.”
THE NEW YORK TIMES, 15 Temmuz 1921
“Türklerin işini bitirmek için 750 yılın en büyük fırsatını yakalamış olan Konstantin’in, bu şansı iyi kullanması en büyük dileğimizdir.”
THE NEW YORK TIMES, 3 Ağustos 1921
Mustafa Kemal bir arkadaşına gönderdiği mektupta, kendisini şöyle tanımlamaktaydı:
“Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri. Ama bu tutkular, yüksek mevkiler almak ya da büyük paralar elde etmek gibi maddi emellere dayanmıyor. Ben, bu tutkuların gerçekleşmesini, yurduma büyük yararları dokunacak, bana da gerekli biçimde başarılmış bir ödevin canlı iç rahatını verecek büyük bir düşüncenin başarısında buluyorum. Bütün yaşamımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son soluğuma kadar da korumaktan geri kalmayacağım.”
Bu yaşam ilkesi, Türk ulusunun, yıkılması kaçınılmaz olan Osmanlı Devleti’nin altında ezilmemesi için gerekli tüm özveriyi ve uyanıklığı göstermek ilkesiydi. Bu dünya savaşı sonunda Osmanlı’nın dağılacağını biliyordu. Türklüğü yok etmeğe kararlı sömürgecilikten kurtulmanın bilinçli ülküsüne ve bunu gereçekleştirecek bilgi, program ve yeteneğe sahip bir kişi olmanın güveniyle, yaşamını ortaya koyarak en ileri cephelerde savaşmak istiyor, en etkili karar mercilerinde bulunmak istiyordu.
Birinci Dünya Savaşı, Türk ulusu açısından, Osmanlı Devleti’nin yaşamının noktalandığı, yeni Türk tarihinin biçimlenmeğe başladığı dönem oldu.
Mustafa Kemal, savaş boyunca aldığı görevlerin hiçbirinde başarısızlığa uğramayan tek Osmanlı paşasıydı.
Çanakkale savunması, I. Dünya Savaşı’ndaki tek gerçek zaferimizdir. Bu zafer, sömürgeci Batı’nın İstanbul’u Türklerden almak, Türkiye’yi haritadan silmek, Anadolu’daki binlerce yıllık Türk varlığına son vermek kastının ilk yenilgiye uğratılmasıdır. Boğazları geçilmez kılan bu zafer, aynı zamanda Çarlık Rusyasına müttefik yardımlarının ulaşmasını engelleyerek Rusya’nın çökmesini ve savaş dışı kalmasını kolaylaştırmıştır. Böylece dünya tarihinde de yeni bir çağ açılmıştır.
Çanakkale Zaferi, Türk ordusunun ve Türk ulusunun Mustafa Kemal’le tanışmasını ve O’nu önder olarak benimsemesini sağlayarak, Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle biten Dünya Savaşı sonunda Türk ulusal kurtuluş savaşını örgütleyip yürütmesine de ortam hazırlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Suriye ve Filistin cephesinde ikinci kez görevlendirilirken Enver Paşa’dan cephe komutanlığını Almanlara değil, kendisine vermesini ister, ama kabul edilmez. Bu Alman komutanların yönetimindeki Filistin bozgunundan kendi ordusunu esenlikle Şam’a kadar getiren Mustafa Kemal, bütün kuvvetlerini Albay İsmet ve Ali Fuat komutasında kuzeye, Halep’e çeker. Halep’te gerçek anlamında sokak savaşları yöneterek düşmanı ağır bir yenilgiye uğratır ve Misak-ı Milli’nin sınırlarını çizmeye başlar.
“İşte orada, bu zafer sonucunda bir çizgi saptadım ve sınırladım. Kuvvetlerime ‘Düşman bu çizgiden ileriye geçmeyecek!’ dedim. Nitekim geçmemiştir.
Gerek Erzurum, gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin ulusal sınırını saptamak için çağdaş bir deyime dayanmak gerektiğinde, ben, Türk süngülerinin gösterdiği bu çizgiyi temel kabul ettim.
Açıkça söylerim ki, ben de ulusal sınır olmak üzere, Wilson’un insancıl ilkelerine dayanarak, Türk süngülerinin savunup saptadığı sınırları savunmuşumdur.
Zavallı Wilson, anlamadı ki, süngü, güç, onur ve saygınlık duygusunun savunamadığı sınırlar, başka hiçbir ilkeyle savunulamaz!”
Mustafa Kemal, Türk halkının birgün kendisini ve son ata yurdunu savunmak zorunda kalacağını önceden görmüştü.
Halep kuzeyinde bu ulusal sınırı oluşturduğu sırada, kısa süre sonra Antep’i işgalcilere karşı savunacak direniş örgütünün kurulmasını başlatır ve onları silahlandırır.
Savaşın yitirilmiş olduğunu, ama Türkler için bir var olma - yok olma sorununun ortada durduğunu görerek, Padişah’a çok gizli bir telgraf yollar: “Düşmanlar bizi barışa mecbur etmeden, biz, gerekirse tek başımıza barış sağlamalıyız”, der. Bunu da ancak yeni bir hükümetin başarabileceğini, burada kendisinin de Harbiye Nazırı olarak görev yapmak istediğini belirtir. Az sonra yeni bir kabine kurulur. Ama O’na görev verilmez.
Mustafa Kemal’in öngördüğü olumsuzluklar birer birer gerçekleşir. Almanlar tek yanlı olarak yenilgiyi kabul eder, Osmanlı Devleti de silah bırakışması istemek zorunda kalır. 30 Ekim 1918′de Mondros silah bırakışması sözleşmesini imzalar.
Mondros Sözleşmesi’ne Türk ulusu ve yurdu açısından doğru tanıyı ilk koyan, Mustafa Kemal olmuştur:
“Bu sözleşmenin maddelerini baştan sona değin inceledikten sonra, bende doğan düşünce şu oldu: Osmanlı devleti, bu sözleşmeyle kendini kayıtsız şartsız düşmanlarına bırakmaya razı olmuştur. Yalnız razı olmuş değil, düşmanların ülkeye girmesi için onlara yardım etmeği de kabul etmiştir.
Bu, beni çok acıklı düşüncelere götürdü. İstedim ki İstanbul hükümetini biraz aydınlatayım. Bunu yaptığımı sanıyorum.
Buna ilişkin belgeler okunduğunda görülecektir ki, ben, yapılan bu bırakışma sözleşmesinin sakatlığını gördüm; bu sakat noktaları,düzeltilmesi için çalışmak gerektiği inancıyla, ilgili makamlara da söyledim.
Bu bırakışma koşulları olduğu gibi uygulanırsa, ülkenin baştan sonra tüm topraklarına girilip çiğneneceği kanısında olduğumu belirttim;
düşmanların her dediğine başüstüne demenin, bütün Türkiyeyi saldırganların egemenliğine sokacağını, bir gün Osmanlı hükümetinin bile düşmanlar tarafından belirleneceğini anlattım.
Dinletemedim.
Artık ulusa dayalı bir kurtuluş savaşının gerekli olacağı kanısıyla Adana’dan İstanbul’a hareket ettim.„
Haydarpaşa’da Mustafa Kemal’i Cevat Abbas karşılar. Köhne bir beylik motoruyla düşman zırhlılarının arasından geçerken, Mustafa Kemal’in dudakları arasından “Geldikleri gibi giderler!” sözleri duyulur. Cevat Abbas’ın, “Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam!” sözlerine karşı Mustafa Kemal gülümser, bir an için dalar, “Bakalım!” der.
Mustafa Kemal Meclis’in kapatılacağını anlar. Oysa düşmanlara karşı direnebilecek hükümet, ancak meclise dayalı bir hükümet olabilir. Arkadaşlarıyla Padişahın yeni hükümetinin güvenoyu alamamasına çalışırlarsa da başaramazlar. Bunun üzerine son bir kez padişahla görüşmek ve O’na düşündüğü önlemleri açık söylemek ister.
Padişah ise, Mustafa Kemal’le görüşmesini, özellikle herkesin görebileceği Cuma selamlık törenine rastlatır. Görüşmeyi gereksiz ölçüde uzatır. Böylece iki gün sonra uygulayacağı Meclis’i kapatma kararını Mustafa Kemal de onaylıyormuş gibi bir görüntü yaratmak ister.
Mustafa Kemal, dışarda bekleyenlerin anlamlı bakışlarının nedenini iki gün sonra, Osmanlı Meclisi padişah tarafından kapatılınca anlayacaktır.
“Artık bu tür dedikodulara önem verecek durumda değildim„ demektedir; “üzgündüm. İzzet Paşa ve kimi arkadaşlarla verdiğimiz karar suya düşmüştü.
Şişli’deki evimde yeni durumu değerlendiriyordum. İstanbul sokakları İtilaf devletlerinin süngülü askerleriyle dolmuştu. Boğaziçi, toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılarıyla, lâcivert sularını gösteremeyecek kadar örtülüydü. Herkes, ancak pek zorunlu gereksinimleri için evinden çıkabiliyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için, caddelerin dıvar diplerinden büzülerek, eğilerek ve korkarak yürüyebiliyordu. Bütün sakınmalara karşın, bin türlü korkunç saldırı sahneleri eksik değildi. Koskoca İstanbul ve koskoca İstanbul’un yüzbinlerce halkı, sesleri kısılmış bir durumdaydı. İstanbul ufuklarında yükselen şeyler, yalnız düşman sesleri, düşman hakaretleri, düşman bayrak ve süngüleriydi.
Ne denli şaşılacak şeydir ki, âdi bir mendil gibi ayak altında çiğnenen bu çevrede, hâlâ bir Saltanat, bir Hükümet, bir “varlık” bulunduğunu sananlar vardı!
Bundan sonra Mustafa Kemal, birçok tanıdıklarını ve bildiklerini arar ya da kendisini arayanlarla görüşür. Ne saraydan, ne de hükümetten umut vardır; bu gidişle yurdun yararına olacak bir barış elde etmek olanağı da kalmamıştır.
Vahdettin hükümetlerinde Mustafa Kemal’e ilişkin iki karşıt görüş vardır. Görüşlerden biri O’nu yanlarına kazanmayı, öbürü ise O’na hiç güvenilmemesi gerektiğini avunmaktadır.Aylar süren tartışma sonunda ikinci görüş ağırlık kazanır ve Mustafa Kemal’i İstanbuldan uzaklaştırmak, Anadolu dağlarına atarak etkisiz kılmak kararı alınır. Bunun için uygun bir fırsat kollanır.
Anadolu’ya geçişini kendisinden dinleyelim:
“Kendi kendime şu kararı verdim: uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir düzenle Anadolu içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk ulusuna yıkımı haber vermek. İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı, vakti gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, herhangi temasları sürdürdüm. Sırdaşlarımdan birini söyleyeyim: İsmet Bey. Bir gün kendisine sordum: ‘Örneğin, hiçbir nitelik ve yetki sahibi olmadan, Anadolu’ya geçmek ve ulusu uyandırmak için en uygun bölge ve oraya beni götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ Yüzüme baktı ve :’Karar verdin mi?’diye sordu. Sonra da ‘Yollar çok, bölgeler çok!’ dedi.
İstanbul’da görüştüğüm kişiler arasında, Harbiye Nazırı Cevat Paşa ile Kurmay Başkanlığına getirdiği Fevzi Paşa’nın olumlu çalışmalarını özellikle belirtmeliyim.
O sıralarda Anadolu’ya geçen komutanlarla da ilgileniyordum. Örneğin Ali Fuat Paşa, Ankara’ya aktarılan 20. Kolordu Komutanlığına atanmıştı. ‘Bu kolordunun başında bulunmalısın, bundan sonra önemli şeyler olacaktır. Halk ile yakından ilişki kur!’ dedim.
Konuştuklarımdan kimileri de İngilizlere güven vermek, Fransızları kazanmak, İtalyanlarla hoş geçinmek gibi umutlar besliyorlardı.
“Bir gün Harbiye Nazırı Şakir Paşa beni makamına çağırarak, tek sözcük söylemeden bir dosya uzattı. ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Baştan sona incelediğim dosyanın özeti şuydu: Samsun ve dolaylarındaki Rum köylerine Türkler saldırmaktadır. Bu saldırıları önlemek gerekir. İşgalci devletler, ‘Siz yapamazsanız, biz önleyeceğiz!’ demektedirler. ‘Emriniz Paşam?’ diye sordum. ‘Sadrazam Ferit Paşa ile, durumun böyle olup olmadığını yerinde incelemek için sizi göndermeği uygun bulduk.’ ‘Peki’, dedim, ‘yalnız izin verilirse görevime bir biçim vermeliyiz. Sizi üzmeyeyim, isterseniz Kurmay Başkanınızla görüşerek bunu saptayalım’ dedim. ‘Hay Hay!’ dedi. Kurmay Başkanı Diyarbakır’lı Kâzım beye aldığı yönerge şuydu: Amaç Samsun yöresinde Rumlara saldıran Türkleri cezalandırmak ve Anadolu’da beliren bir takım ulusal örgütleri ortadan kaldırmaktır. ‘Çok güzel,’dedim, ‘onlar ne istiyorsa daha da çoğunu ekleyerek bir yönerge yazınız. Yalnız bir iki maddeyi ben kaleme alayım.’ Benim önem verdiğim, yetki konusuydu. Elden geldiğince Anadolu’nun her yanına doğrudan doğruya emir verebilmeliydim. Bir de ilişkide bulunduğum askeri ve mülki yönetim makamlarına duyurularda bulunabilmeliydim. Kâzım Paşa yüzüme baktı: ‘Bir şey mi yapacaksın?’ ‘Evet, bu maddeler olsa da, olmasa da bir şey yapacağım!’ dedim. Kâzım Paşa, ‘Görevimizdir, çalışacağız.’dedi. Yönergeye, ‘Mustafa Kemal Paşa gerek gördükçe Sadrazam’la haberleşir’ hükmünü de eklemesini istedim. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırıyordum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem; kanatlarını çırparak uçmağa hazırlanan bir kuş gibiydim.”
İstanbul’dan ayrılmadan önce Padişah Vahdettin’i ziyaret etmesi bildirilir Mustafa Kemal’e. Yıldız Sarayının ufak bir salonundadırlar. Boğaziçine açılan pencereden, birbirine koşut olarak sıralanmış düşman zırhlıları görünmektedir. Vahdettin Mustafa Kemal’e: “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!„ demektedir. Ama Mustafa Kemal, artık bütün gözlem ve deneyimlerinin ışığında Padişah’ın gerçekte ne demek istediğini anlamaktadır: Vahdettin, ‘hiç bir gücümüz kalmamıştır; İstanbul’a egemen olanların politikasına uymaktan başka çıkar yol yoktur’ demek ister. Mustafa Kemal’den beklediği, bu yolda çalışması, işgalci devletlerin hoşlanmayacağı eylemleri bastırması, ülkeyi ve halkı bu politikanın doğruluğuna inandırmaya çalışmasıdır. Mustafa Kemal, ‘Merak buyurmayınız, efendimiz,’ der ve izin alarak saraydan çıkar.
Bandırma vapuru Galata rıhtımında hazırdır. Mustafa Kemal Şişli’deki evinden ayrılmak üzereyken, Rauf Bey (Orbay) gelir ve aldığı bir habere göre ya yola çıkışına engel olunacağını ya da vapurun Karadenizde batırılacağını söyler. Gerisini Mustafa Kemal’dendinleyelim:
“Yıldırımla vurulmuşa dönmüştüm. Bir an yalnız kaldım ve düşündüm : bu dakikada düşmanların elindeydim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimde bir şimşek çaktı: tutabilirler, sürebilirler; ama öldürmek? Bunun için beni Karadenizin coşkun dalgaları arasında yakalamak gerekirdi. Bu olasılık mantığa uygundu.
Ancak, benim için artık yakalanmak, tutuklanmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan alıkonulmak, hepsi ölümle eşitti. Hemen karar verdim; arabaya atlayıp Galata rıhtımına geldim. Yirmiyedi yıllık yaşlı kaptana ürkütücü olasılıkları anlattım. ‘Ne ters rastlantı!’ dedi, ‘bu denizi de iyi tanımam; pusulamız da biraz bozuk!’ Elverdiğince kıyıları izlemesini söyledim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktı.”
Mustafa Kemal, sömürgeciliğe karşı tarihin kaydettiği ilk ve tek başarılı savaşı başlatıyordu. Bu savaşı zafere ulaştıran altın anahtar, ulusal egemenlik ilkesiydi. Yönetimini kendi eline alan ve böylece meşru haklarının bilincine varan bir ulus karşısında, dünyanın en güçlü silahlarının bile âciz kalacağını biliyordu:
“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı: O da, ulus egemenliğine dayalı, tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsızlıkla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan daha yüksek bir işlem görmeğe layık olamaz!
Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!
Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı!
Mustafa Kemal’in “En büyük eserim!„ dediği Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur!” ilkesi altında yurdu hem dış, hem de iç sömürüden kurtaracak olan ve bir daha sömürgeci saldırısına uğramamanın güvencelerini içeren Türk Kurtuluş Devrimini gerçekleştirecekti.
Ve bu devrimi Türk gençliğine emanet edecekti. Sıvas Kongresi günlerinde şöyle diyordu:
“Biz her şeyi gençliğe bırakacağız. O gençlik ki, hiçbir şeyi unutmayacaktır. Geleceğe ilişkin umutlarımızın ışık saçan çiçeği onlardır.”
İsmet İnönü’nün tanımıyla:
“Devletimizi kuran, ulusumuza özveri ve doğrulukla hizmet eden, insanlık ülküsünün tutkulu ve seçkin kişiliği, eşsiz kahraman Atatürk”ü, gençlik başta olmak üzere tüm ulusça, “Türk bağımsızlık ve Cumhuriyeti”ni koruma ve savunmaya and içmiş olarak, en derin bağlılık ve saygı duygularıyla kafalarımızda ve gönüllerimizde yaşatmanın sonsuz kıvancını yaşıyoruz.
MUSTAFA KEMAL’İ ATATÜRK KATINA YÜCELTEN UYGARLIK YOLCULUÐU
Prof. Dr. Özer Ozankaya
********************
90 yıl önce bugün, ilerde Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanacak olan 19 Mayıs 1919′da, insanlık tarihinin kaydettiği en büyük kahramanlık yolculuğuna çıkan Mustafa Kemal, “Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar!” diyordu.Bu yolculuk için 15 Mayıs 1919 günü, Bandırma Vapuru ile İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılmak üzere düşman zırhlı gemilerinin arasından geçerken, arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar, yalnız demire, çeliğe, silah gücüne dayanırlar. Bildikleri şey, yalnız madde. Bunlar, özgürlük uğruna ölmeğe karar verenlerin gücünü anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ülkü ve inanç götürüyoruz.”
Önderi olduğu Türk Kurutuluş Savaşının ve bütünüyle Türk Devriminin, yalnız Türk ulusu için değil, yalnız sömürlen mazlum uluslar için de değil, bütün insanlık için gerçek bir yeni güneş değerinde olduğunu biliyordu. Yakında dünya da tanık olacaktı.
Verilen savaş tam anlamıyla bir uygarlık savaşıdır; bütün insanlığın, bugün hâlâ özlemini çektiği bir uygarlık projesini ortaya koyup gerçekleştirme savaşıdır. Demokrasi’nin hem siyasal, hem de ekonomik gereklerini birlikte yerine getirebilecek, bütün insanlığa özgürlük, barış ve gönenç getirebilecek bir uygarlık güneşi!
Türk Devrimiyle yaklaşık aynı tarihlerde gerçekleşen başka devrimler ve siyasal akımlar arkalarında yalnızca düş kırıklıkları, yıkımlar, ezinçler ve karanlıkları bıraktılar.
İnsanlığın gönlünde Mustafa Kemal Atatürk’e duyulan sevgi ve saygı ise gün geçtikçe artıyor. O’nu, tarihin kaydettiği en büyük birkaç ulu insandan biri yapan şey, önderlik ettiği ve adına Türk Devrimi dediği uygarlık projesidir.
Bu uygarlık projesinin iç ve dış sömürgeciliğin pençesinden kurtulmak için sarıldığı bayrak, “özgürlük ve bağımsızlık” bayrağıdır. Mustafa Kemal buna “tam bağımsızlık„ diyecek ve demokrasi kuramına en temel katkısını yapacaktır:
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Bence bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın varlığı ve sürekliliği, kesinlikle o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben bir kişi olarak bu niteliklere çok önem veririm ve bu niteliklerin kendimde bulunduğunu ileri sürebilmem için üyesi olduğum ulusun da özgür ve bağımsız olduğunu görmem gerekir.”
“Tam bağımsızlık bizim bugün üstlendiğimiz görevin asıl ruhudur. Tam bağımsızlık, siyasal, mali, ekonomik, yargısal, askeri ve bunlar gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun olmak, ulus ve ülkenin gerçek anlamında bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir. Ne denli varlıklı ve gönenmiş olursa olsun, bağımsızlığından yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşak olmaktan daha yüksek bir işleme lâyık olamaz. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Mustafa Kemal, Samsun’a doğru yol alıyorken, giriştiği savaşın yalnızca askeri bir hareketle sınırlı olmadığını, ulusal ve uluslararası çapta siyasal, felsefi, ahlaki temeller üzerine yepyeni bir yapı yükseltme girişimi olduğunu biliyordu.
Bu yapının üzerinde yükseldiği köşe taşları şunlardı:
Bireysel onur ve gönenç ile ulusal onur ve gönenç ayrılmaz bir bütünlük oluşturur;
Her ikisi de özgür ve bağımsız, yani ulusal egemenliğe dayalı bir ulusal-toplumsal düzeni zorunlu kılar;
Bunun için yerellikleri aşan demokratik bir ulusal kimlik ekseninde ulusal birlik bilincine sahip olunmalıdır; Bunlar için de bilimsel düşünüş yaşama kılavuz yapılmalıdır. Mustafa Kemal’i Atatürk yapan, işte bu temel düşüncedir! Bu düşüncenin gereklerine dürüstlükle bağlı kalması ve onu tutarlılıkla uygulamasıdır, Mustafa Kemal Atatürk’ü bir uygarlık projesi sahibi kılan!
Bu düşünceyi Cumhuriyetimize iki ilke biçiminde temel yapmıştır: a) Egemenlik kısıtsız ve koşulsuz ulusundur! b) Yaşamda en gerçek yol-gösterici, bilimdir!
Türk Devrimi, bütün insanlığa seslenen bir uygarlık projesi olma gücünü bu iki ilkeden almıştır.
Mustafa Kemal, bu görkemli uygarlık tasarımının hem düşünürü, hem örgütleyicisi hem de uygulayıcısıydı.
Günümüzün küresel sömürgecilik ortamında cür’eti artan ve Türkiye’ye de din-baskıcılığına dayalı çağ-dışı bir yönetimi getirmek isteyen iç ve dış gerici, sömürgeci saldırılarını dünyaya örnek olacak biçimde bozguna uğratan ve gerçek kurtuluşun güvencesi laik, demokratik cumhuriyete sahip çıkan çağdaş Türkiye, bu uygarlık projesinin ürünüdür.
“Türkiye’nin bugünkü savaşı yalnız kendi adına ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye’nin savunduğu, bütün ezilen ulusların, bütün Doğu’nun dâvâsıdır.
Bütün ezilen uluslar ezenleri birgün yok edecektir. O zaman dünya yüzünden ezen ve ezilen sözcükleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma erişecektir.
Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu uluslarının uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş ulus vardır. .. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine, uluslar arasında hiçbir renk, din ve soy ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.”
“Yüzyıllardanberi zavallı insanlığı mutlu etmek için tutulan yolların, kullanılan araçların sonuçları ne ölçüde güven verici oldu, incelenmeğe değmez mi?
Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı arındırmaya ve duygularımızı yüceltmeğe yardım edecek ölçüde yükselmiştir.
Durumları ve onların gereklerini uygar insan düşüncesiyle ve yüksek vicdan aydınlığı ile gözlemleyip düşünürsek, şu sonuçlara varırız:
İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlık dışı ve son derece üzüntü verici bir yoldur. İnsanları mutlu edecek tek araç, onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi gereksinimlerini gidermeye yarayan davranış ve güçtür. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalıp başarılı olmasına bağlıdır.”
Osmanlı Devleti’nin yıkılıp topraklarının sömürgeci paylaşımına uğradığı karanlık ortamda
Türk halkının kendisini bir ulus olarak tanımlama yetisini elde etmesi, yurdunu bilinçle tanıması ve benimsemesi, halife-sultanların boyunduruğundaki uyruklar yığını olmaktan çıkıp yönetimini kendi eline almış çağdaş yurttaşlar toplumuna dönüşmesi, hep Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşti.
İngiltere, Fransa gibi sömürgeci Batı Avrupa devletleri de “Hasta Adam” dedikleri Osmanlı’nın artık yaşamına son vermek ve mirasını paylaşmak zamanı geldiği görüşüne varmışlardı. Bu paylaşmaya bir de Almanya’nın katılacağı anlaşılmaktaydı.
Ve o dönemde bu sömürgeci Batı’nın Türklere bakışı temelde şöyleydi:
“Anadolu yoksul, madenler bakımından ise zengin bir bölge.”
ASIA Dergisi, Ocak 1920
“Türkler kaderci insanlardır. Barış Konferansının bütün kararlarına boyun eğecek ve Mezopotamya, Arabistan, Filistin ve Suriye gibi kolunun kanadının koparılmasına ses çıkarmayacaktır.”
THE NEW YORK TIMES, 29 Ocak 1920
“Tanrı Türkleri biz Avrupalılarca sömürülmek üzere yaratmıştır. Türklerin dürüstlüğü bir erdem değildir, saflık gibi bir şeydir.”
ASIA Dergisi, Şubat 1923
“Hicaz Şerifi ve Araplar İngilizlerin oyuncağı. Yunanlılar Kemalistleri yenince, bütün islam dünyası İngilterenin denetiminde olacak.”
THE NEW YORK TIMES, 15 Temmuz 1921
“Türklerin işini bitirmek için 750 yılın en büyük fırsatını yakalamış olan Konstantin’in, bu şansı iyi kullanması en büyük dileğimizdir.”
THE NEW YORK TIMES, 3 Ağustos 1921
Mustafa Kemal bir arkadaşına gönderdiği mektupta, kendisini şöyle tanımlamaktaydı:
“Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri. Ama bu tutkular, yüksek mevkiler almak ya da büyük paralar elde etmek gibi maddi emellere dayanmıyor. Ben, bu tutkuların gerçekleşmesini, yurduma büyük yararları dokunacak, bana da gerekli biçimde başarılmış bir ödevin canlı iç rahatını verecek büyük bir düşüncenin başarısında buluyorum. Bütün yaşamımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son soluğuma kadar da korumaktan geri kalmayacağım.”
Bu yaşam ilkesi, Türk ulusunun, yıkılması kaçınılmaz olan Osmanlı Devleti’nin altında ezilmemesi için gerekli tüm özveriyi ve uyanıklığı göstermek ilkesiydi. Bu dünya savaşı sonunda Osmanlı’nın dağılacağını biliyordu. Türklüğü yok etmeğe kararlı sömürgecilikten kurtulmanın bilinçli ülküsüne ve bunu gereçekleştirecek bilgi, program ve yeteneğe sahip bir kişi olmanın güveniyle, yaşamını ortaya koyarak en ileri cephelerde savaşmak istiyor, en etkili karar mercilerinde bulunmak istiyordu.
Birinci Dünya Savaşı, Türk ulusu açısından, Osmanlı Devleti’nin yaşamının noktalandığı, yeni Türk tarihinin biçimlenmeğe başladığı dönem oldu.
Mustafa Kemal, savaş boyunca aldığı görevlerin hiçbirinde başarısızlığa uğramayan tek Osmanlı paşasıydı.
Çanakkale savunması, I. Dünya Savaşı’ndaki tek gerçek zaferimizdir. Bu zafer, sömürgeci Batı’nın İstanbul’u Türklerden almak, Türkiye’yi haritadan silmek, Anadolu’daki binlerce yıllık Türk varlığına son vermek kastının ilk yenilgiye uğratılmasıdır. Boğazları geçilmez kılan bu zafer, aynı zamanda Çarlık Rusyasına müttefik yardımlarının ulaşmasını engelleyerek Rusya’nın çökmesini ve savaş dışı kalmasını kolaylaştırmıştır. Böylece dünya tarihinde de yeni bir çağ açılmıştır.
Çanakkale Zaferi, Türk ordusunun ve Türk ulusunun Mustafa Kemal’le tanışmasını ve O’nu önder olarak benimsemesini sağlayarak, Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle biten Dünya Savaşı sonunda Türk ulusal kurtuluş savaşını örgütleyip yürütmesine de ortam hazırlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Suriye ve Filistin cephesinde ikinci kez görevlendirilirken Enver Paşa’dan cephe komutanlığını Almanlara değil, kendisine vermesini ister, ama kabul edilmez. Bu Alman komutanların yönetimindeki Filistin bozgunundan kendi ordusunu esenlikle Şam’a kadar getiren Mustafa Kemal, bütün kuvvetlerini Albay İsmet ve Ali Fuat komutasında kuzeye, Halep’e çeker. Halep’te gerçek anlamında sokak savaşları yöneterek düşmanı ağır bir yenilgiye uğratır ve Misak-ı Milli’nin sınırlarını çizmeye başlar.
“İşte orada, bu zafer sonucunda bir çizgi saptadım ve sınırladım. Kuvvetlerime ‘Düşman bu çizgiden ileriye geçmeyecek!’ dedim. Nitekim geçmemiştir.
Gerek Erzurum, gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin ulusal sınırını saptamak için çağdaş bir deyime dayanmak gerektiğinde, ben, Türk süngülerinin gösterdiği bu çizgiyi temel kabul ettim.
Açıkça söylerim ki, ben de ulusal sınır olmak üzere, Wilson’un insancıl ilkelerine dayanarak, Türk süngülerinin savunup saptadığı sınırları savunmuşumdur.
Zavallı Wilson, anlamadı ki, süngü, güç, onur ve saygınlık duygusunun savunamadığı sınırlar, başka hiçbir ilkeyle savunulamaz!”
Mustafa Kemal, Türk halkının birgün kendisini ve son ata yurdunu savunmak zorunda kalacağını önceden görmüştü.
Halep kuzeyinde bu ulusal sınırı oluşturduğu sırada, kısa süre sonra Antep’i işgalcilere karşı savunacak direniş örgütünün kurulmasını başlatır ve onları silahlandırır.
Savaşın yitirilmiş olduğunu, ama Türkler için bir var olma - yok olma sorununun ortada durduğunu görerek, Padişah’a çok gizli bir telgraf yollar: “Düşmanlar bizi barışa mecbur etmeden, biz, gerekirse tek başımıza barış sağlamalıyız”, der. Bunu da ancak yeni bir hükümetin başarabileceğini, burada kendisinin de Harbiye Nazırı olarak görev yapmak istediğini belirtir. Az sonra yeni bir kabine kurulur. Ama O’na görev verilmez.
Mustafa Kemal’in öngördüğü olumsuzluklar birer birer gerçekleşir. Almanlar tek yanlı olarak yenilgiyi kabul eder, Osmanlı Devleti de silah bırakışması istemek zorunda kalır. 30 Ekim 1918′de Mondros silah bırakışması sözleşmesini imzalar.
Mondros Sözleşmesi’ne Türk ulusu ve yurdu açısından doğru tanıyı ilk koyan, Mustafa Kemal olmuştur:
“Bu sözleşmenin maddelerini baştan sona değin inceledikten sonra, bende doğan düşünce şu oldu: Osmanlı devleti, bu sözleşmeyle kendini kayıtsız şartsız düşmanlarına bırakmaya razı olmuştur. Yalnız razı olmuş değil, düşmanların ülkeye girmesi için onlara yardım etmeği de kabul etmiştir.
Bu, beni çok acıklı düşüncelere götürdü. İstedim ki İstanbul hükümetini biraz aydınlatayım. Bunu yaptığımı sanıyorum.
Buna ilişkin belgeler okunduğunda görülecektir ki, ben, yapılan bu bırakışma sözleşmesinin sakatlığını gördüm; bu sakat noktaları,düzeltilmesi için çalışmak gerektiği inancıyla, ilgili makamlara da söyledim.
Bu bırakışma koşulları olduğu gibi uygulanırsa, ülkenin baştan sonra tüm topraklarına girilip çiğneneceği kanısında olduğumu belirttim;
düşmanların her dediğine başüstüne demenin, bütün Türkiyeyi saldırganların egemenliğine sokacağını, bir gün Osmanlı hükümetinin bile düşmanlar tarafından belirleneceğini anlattım.
Dinletemedim.
Artık ulusa dayalı bir kurtuluş savaşının gerekli olacağı kanısıyla Adana’dan İstanbul’a hareket ettim.„
Haydarpaşa’da Mustafa Kemal’i Cevat Abbas karşılar. Köhne bir beylik motoruyla düşman zırhlılarının arasından geçerken, Mustafa Kemal’in dudakları arasından “Geldikleri gibi giderler!” sözleri duyulur. Cevat Abbas’ın, “Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam!” sözlerine karşı Mustafa Kemal gülümser, bir an için dalar, “Bakalım!” der.
Mustafa Kemal Meclis’in kapatılacağını anlar. Oysa düşmanlara karşı direnebilecek hükümet, ancak meclise dayalı bir hükümet olabilir. Arkadaşlarıyla Padişahın yeni hükümetinin güvenoyu alamamasına çalışırlarsa da başaramazlar. Bunun üzerine son bir kez padişahla görüşmek ve O’na düşündüğü önlemleri açık söylemek ister.
Padişah ise, Mustafa Kemal’le görüşmesini, özellikle herkesin görebileceği Cuma selamlık törenine rastlatır. Görüşmeyi gereksiz ölçüde uzatır. Böylece iki gün sonra uygulayacağı Meclis’i kapatma kararını Mustafa Kemal de onaylıyormuş gibi bir görüntü yaratmak ister.
Mustafa Kemal, dışarda bekleyenlerin anlamlı bakışlarının nedenini iki gün sonra, Osmanlı Meclisi padişah tarafından kapatılınca anlayacaktır.
“Artık bu tür dedikodulara önem verecek durumda değildim„ demektedir; “üzgündüm. İzzet Paşa ve kimi arkadaşlarla verdiğimiz karar suya düşmüştü.
Şişli’deki evimde yeni durumu değerlendiriyordum. İstanbul sokakları İtilaf devletlerinin süngülü askerleriyle dolmuştu. Boğaziçi, toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılarıyla, lâcivert sularını gösteremeyecek kadar örtülüydü. Herkes, ancak pek zorunlu gereksinimleri için evinden çıkabiliyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için, caddelerin dıvar diplerinden büzülerek, eğilerek ve korkarak yürüyebiliyordu. Bütün sakınmalara karşın, bin türlü korkunç saldırı sahneleri eksik değildi. Koskoca İstanbul ve koskoca İstanbul’un yüzbinlerce halkı, sesleri kısılmış bir durumdaydı. İstanbul ufuklarında yükselen şeyler, yalnız düşman sesleri, düşman hakaretleri, düşman bayrak ve süngüleriydi.
Ne denli şaşılacak şeydir ki, âdi bir mendil gibi ayak altında çiğnenen bu çevrede, hâlâ bir Saltanat, bir Hükümet, bir “varlık” bulunduğunu sananlar vardı!
Bundan sonra Mustafa Kemal, birçok tanıdıklarını ve bildiklerini arar ya da kendisini arayanlarla görüşür. Ne saraydan, ne de hükümetten umut vardır; bu gidişle yurdun yararına olacak bir barış elde etmek olanağı da kalmamıştır.
Vahdettin hükümetlerinde Mustafa Kemal’e ilişkin iki karşıt görüş vardır. Görüşlerden biri O’nu yanlarına kazanmayı, öbürü ise O’na hiç güvenilmemesi gerektiğini avunmaktadır.Aylar süren tartışma sonunda ikinci görüş ağırlık kazanır ve Mustafa Kemal’i İstanbuldan uzaklaştırmak, Anadolu dağlarına atarak etkisiz kılmak kararı alınır. Bunun için uygun bir fırsat kollanır.
Anadolu’ya geçişini kendisinden dinleyelim:
“Kendi kendime şu kararı verdim: uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir düzenle Anadolu içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk ulusuna yıkımı haber vermek. İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı, vakti gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, herhangi temasları sürdürdüm. Sırdaşlarımdan birini söyleyeyim: İsmet Bey. Bir gün kendisine sordum: ‘Örneğin, hiçbir nitelik ve yetki sahibi olmadan, Anadolu’ya geçmek ve ulusu uyandırmak için en uygun bölge ve oraya beni götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ Yüzüme baktı ve :’Karar verdin mi?’diye sordu. Sonra da ‘Yollar çok, bölgeler çok!’ dedi.
İstanbul’da görüştüğüm kişiler arasında, Harbiye Nazırı Cevat Paşa ile Kurmay Başkanlığına getirdiği Fevzi Paşa’nın olumlu çalışmalarını özellikle belirtmeliyim.
O sıralarda Anadolu’ya geçen komutanlarla da ilgileniyordum. Örneğin Ali Fuat Paşa, Ankara’ya aktarılan 20. Kolordu Komutanlığına atanmıştı. ‘Bu kolordunun başında bulunmalısın, bundan sonra önemli şeyler olacaktır. Halk ile yakından ilişki kur!’ dedim.
Konuştuklarımdan kimileri de İngilizlere güven vermek, Fransızları kazanmak, İtalyanlarla hoş geçinmek gibi umutlar besliyorlardı.
“Bir gün Harbiye Nazırı Şakir Paşa beni makamına çağırarak, tek sözcük söylemeden bir dosya uzattı. ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Baştan sona incelediğim dosyanın özeti şuydu: Samsun ve dolaylarındaki Rum köylerine Türkler saldırmaktadır. Bu saldırıları önlemek gerekir. İşgalci devletler, ‘Siz yapamazsanız, biz önleyeceğiz!’ demektedirler. ‘Emriniz Paşam?’ diye sordum. ‘Sadrazam Ferit Paşa ile, durumun böyle olup olmadığını yerinde incelemek için sizi göndermeği uygun bulduk.’ ‘Peki’, dedim, ‘yalnız izin verilirse görevime bir biçim vermeliyiz. Sizi üzmeyeyim, isterseniz Kurmay Başkanınızla görüşerek bunu saptayalım’ dedim. ‘Hay Hay!’ dedi. Kurmay Başkanı Diyarbakır’lı Kâzım beye aldığı yönerge şuydu: Amaç Samsun yöresinde Rumlara saldıran Türkleri cezalandırmak ve Anadolu’da beliren bir takım ulusal örgütleri ortadan kaldırmaktır. ‘Çok güzel,’dedim, ‘onlar ne istiyorsa daha da çoğunu ekleyerek bir yönerge yazınız. Yalnız bir iki maddeyi ben kaleme alayım.’ Benim önem verdiğim, yetki konusuydu. Elden geldiğince Anadolu’nun her yanına doğrudan doğruya emir verebilmeliydim. Bir de ilişkide bulunduğum askeri ve mülki yönetim makamlarına duyurularda bulunabilmeliydim. Kâzım Paşa yüzüme baktı: ‘Bir şey mi yapacaksın?’ ‘Evet, bu maddeler olsa da, olmasa da bir şey yapacağım!’ dedim. Kâzım Paşa, ‘Görevimizdir, çalışacağız.’dedi. Yönergeye, ‘Mustafa Kemal Paşa gerek gördükçe Sadrazam’la haberleşir’ hükmünü de eklemesini istedim. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırıyordum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem; kanatlarını çırparak uçmağa hazırlanan bir kuş gibiydim.”
İstanbul’dan ayrılmadan önce Padişah Vahdettin’i ziyaret etmesi bildirilir Mustafa Kemal’e. Yıldız Sarayının ufak bir salonundadırlar. Boğaziçine açılan pencereden, birbirine koşut olarak sıralanmış düşman zırhlıları görünmektedir. Vahdettin Mustafa Kemal’e: “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!„ demektedir. Ama Mustafa Kemal, artık bütün gözlem ve deneyimlerinin ışığında Padişah’ın gerçekte ne demek istediğini anlamaktadır: Vahdettin, ‘hiç bir gücümüz kalmamıştır; İstanbul’a egemen olanların politikasına uymaktan başka çıkar yol yoktur’ demek ister. Mustafa Kemal’den beklediği, bu yolda çalışması, işgalci devletlerin hoşlanmayacağı eylemleri bastırması, ülkeyi ve halkı bu politikanın doğruluğuna inandırmaya çalışmasıdır. Mustafa Kemal, ‘Merak buyurmayınız, efendimiz,’ der ve izin alarak saraydan çıkar.
Bandırma vapuru Galata rıhtımında hazırdır. Mustafa Kemal Şişli’deki evinden ayrılmak üzereyken, Rauf Bey (Orbay) gelir ve aldığı bir habere göre ya yola çıkışına engel olunacağını ya da vapurun Karadenizde batırılacağını söyler. Gerisini Mustafa Kemal’dendinleyelim:
“Yıldırımla vurulmuşa dönmüştüm. Bir an yalnız kaldım ve düşündüm : bu dakikada düşmanların elindeydim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimde bir şimşek çaktı: tutabilirler, sürebilirler; ama öldürmek? Bunun için beni Karadenizin coşkun dalgaları arasında yakalamak gerekirdi. Bu olasılık mantığa uygundu.
Ancak, benim için artık yakalanmak, tutuklanmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan alıkonulmak, hepsi ölümle eşitti. Hemen karar verdim; arabaya atlayıp Galata rıhtımına geldim. Yirmiyedi yıllık yaşlı kaptana ürkütücü olasılıkları anlattım. ‘Ne ters rastlantı!’ dedi, ‘bu denizi de iyi tanımam; pusulamız da biraz bozuk!’ Elverdiğince kıyıları izlemesini söyledim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktı.”
Mustafa Kemal, sömürgeciliğe karşı tarihin kaydettiği ilk ve tek başarılı savaşı başlatıyordu. Bu savaşı zafere ulaştıran altın anahtar, ulusal egemenlik ilkesiydi. Yönetimini kendi eline alan ve böylece meşru haklarının bilincine varan bir ulus karşısında, dünyanın en güçlü silahlarının bile âciz kalacağını biliyordu:
“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı: O da, ulus egemenliğine dayalı, tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsızlıkla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan daha yüksek bir işlem görmeğe layık olamaz!
Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!
Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı!
Mustafa Kemal’in “En büyük eserim!„ dediği Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur!” ilkesi altında yurdu hem dış, hem de iç sömürüden kurtaracak olan ve bir daha sömürgeci saldırısına uğramamanın güvencelerini içeren Türk Kurtuluş Devrimini gerçekleştirecekti.
Ve bu devrimi Türk gençliğine emanet edecekti. Sıvas Kongresi günlerinde şöyle diyordu:
“Biz her şeyi gençliğe bırakacağız. O gençlik ki, hiçbir şeyi unutmayacaktır. Geleceğe ilişkin umutlarımızın ışık saçan çiçeği onlardır.”
İsmet İnönü’nün tanımıyla:
“Devletimizi kuran, ulusumuza özveri ve doğrulukla hizmet eden, insanlık ülküsünün tutkulu ve seçkin kişiliği, eşsiz kahraman Atatürk”ü, gençlik başta olmak üzere tüm ulusça, “Türk bağımsızlık ve Cumhuriyeti”ni koruma ve savunmaya and içmiş olarak, en derin bağlılık ve saygı duygularıyla kafalarımızda ve gönüllerimizde yaşatmanın sonsuz kıvancını yaşıyoruz.