Peygamberimizi sevmenin en güzel örneğini onun ashabı verdi.
Onlar “Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha önceliklidir” ayetinin ilk muhatabıydılar. Onlar, “De ki: Sizden bu çabam karşılığında bir ücret istemiyorum; istediğim tek şey içinde yakınlık olan bir sevgidir” ayetinin ilk muhatabıydılar.
Ayetin anahtarı, “içinde yakınlık olan” diye çevirdiğim “fil-kurbâ” ibaresidir. Bu anlaşılmadan, ayet anlaşılamaz. Ne yazık ki, bu ayet söz konusu olduğunda en az anlaşılan veya anlaşılmayan da budur. İçinde yakınlık bulunan bir sevgiyi anlatmadan önce, içinde yakınlık bulunmayan bir sevgiyi tasvir etmek lazım.
İçinde yakınlık bulunmayan bir sevgi, uzak bir sevgidir. Bunun daha açık ifadesi, “uzaktan sevmek”tir. Bir başka ifadeyle, sevginin bedelini ödememek için sevilene uzak durmak, bile isteye onun yanında, yöresinde, hizasında, arkasında yer almamak, onun mücadelesine katılmamaktır. Özetle, bedava sevmektir. Yerel deyimle “Kuru kuru kadan alam/takır takır kurban olam” ucuzculuğudur. “Böyle işi nenen de yapar” derler ya, işte öyle.
Sevgi hayatın en soylu, en mübarek tohumudur. Bire sonsuz verir. Fakat onu doğru zamanda, doğru yere, doğru biçimde ekmek gerekir. Ektikten sonra çekip gitmek yerine, ona bakmak, beslemek, otunu ayıklamak, dibini görmek, sulamak, beslemek, büyütmek gerekir. Yani emek vermek gerekir. İşte bu sevgi, ayette Hz. Peygamber�in müminlerinden istemesi caiz olan, hatta anasının ak sütü gibi helal olan, hatta hakkı olan sevgi böyle bir sevgidir.
Peygamberler, Allah yoluna davet karşılığında bir ücret almaktan men edilmişlerdir. Kur�an birçok peygamberin dilinden “Benim ücretimi sadece Allah belirler” sözünü nakleder. Fakat bu, onların, imanlarına vesile oldukları insanlardan sevgi istemelerine mani değildir. Aksine bu onların hakkıdır. Allah, Elçisinin “içinde yakınlık olan” bir sevgi istemesini emretmiştir.
Böylesine bedeli ödenmiş bir sevgi, seveni sevilenin yakınları arasına katar. Değil mi ki içinde “yakınlık” bulunan bir sevgi, seveni sevilene yakın yapar! Seven sevilene yakın olunca, “ehl-i beyt”ten olur. Tıpkı, Allah Rasulü�nü daha görmeden seven, sevgisinin bedelini hayatıyla ödeyen İranlı Hz. Selman gibi. Hz. Peygamber ona “Selman bizdendir, ehl-i beytimizdendir” demişti. Oysa ki Selman ne Haşimoğullarındandı, ne Kureyştendi, ne de Araptı. O sadece sevdi ve sevgisinin bedelini ödedi.
Kendisini Rasulullah�ın yaşadığı topraklara götürmesi karşılığında, ömürlük tasarrufunu bir kervana vermişti. Sırasıyla zamanının ilim ve irfan merkezleri olan Nusaybin, Harran, Şam, Ammuriye (Afyon yakınlarında) ve Tarsus�ta en yetkin üstadlara şakirt olmuştu. Sonunda o, çağının hatırı sayılır bir hakîmi/filozofu olmuştu. Son üstadı, kendisini göndereceği kimsenin kalmadığını söyleyerek, gelmesi beklenen peygamberin kitaplarda tarif edilen topraklarına gitmesini tavsiye etmişti. Kervan yolda baskına uğrayınca, oradaki herkesle birlikte o da esir edilmişti. İranda hatırlı ve nüfuzlu bir yerel yöneticinin varlıklı çocuğu olarak doğup büyüyen Selman, Hicazda köle olarak bir Yahudiye satılmıştı. Ve ilahi yardım onu sürükleye sürükleye Medineye getirmiş, orasını görünce, “İşte sevgilinin göçüp konacağı iki kayalık arasındaki verimli vadi” demişti. Allah Rasulünün Kubaya ulaştığını duyunca, ona ilk kavuşanlar arasında o da vardı. Efendisinden zar zor yarım günlük izin alarak gelmiş, sevdiğine kavuşmuştu.
Rasulullah bu seven ve sevgisinin bedelini ödeyen bilge adamı çok sevdi. Onu en yakınlarının bulunduğu iç halkadan saydı. “Ehl-i beytim” diyerek onun derdini paylaştı. Eline geçen ilk savaş gelirinden pay ayırdığı ilk kimseler arasında Hz. Selman da vardı. Yumurta büyüklüğünde bir külçe vererek, özgürlüğünü satın alma sürecini başlatmasını emretti. O, Ruhani özgürlük uğruna cismani esarete katlanmış bir bilgeydi. Şimdi, iki özgürlüğü birleştirecekti.
İşte, Peygamberimizi sevmek budur. Sevmek ve bedelini ödemek budur. Emin olun ki, Rasulullahın “sahabe” tarifine uyan her sahabinin buna benzer sevgi hikayeleri vardır. Eğer sahabe yol gösteren yıldızlar gibiyse, onu sevme iddiası güden her mümine bu yıldızlar yol gösteriyor.
Tıpkı, hicret gecesi suikast düzenleneceğini bile bile Rasulullahın yatağında yatmayı, yani göz göre göre ölüme gitmeyi kabullenen Hz. Ali gibi.
Tıpkı, Allah yolunda infak emri gelince tüm varını yoğunu infak edip, Allah Rasulü kendisine “Çoluk çocuğuna ne bıraktın?” diye sorunca, “Allah ve Rasulü onlara yeter” diyen Hz. Ebubekir gibi.
Tıpkı, “Artık seni nefsimden de çok seviyorum” diyen ve bunu haybeden söylemeyip ta yüreğine sindiren, bu sayede Nebinin “Kardeşcik, bana da dua et e mi?” diye dua istediği biri olan Hz. Ömer gibi…
Ve tabi ki daha 20sinde, ömrünün baharında darağacını boylayan Hz. Hubeyb gibi ve arkadaşı Hz. Zeyd b. Desinne gibi…